4. BÖLÜM
Türkiye Ve İsrail ABD’nin Ortadoğu jandarmasıdır
Biliyorsunuz İsrail de bölgesel bir güç olmak istiyor. Türk devletinin de benzer amaçları var. Karşı karşıya yelme ya da savaş gibi bir olasılık görüyor musunuz?
İsrail ve Türkiye elbette bölgede emperyal yayılmacı hedeflere sahipler. Bu anlamda kimi sürtünme konuları gündeme gelebilir. Bu sürtünme konuları ideolojik olmayacaktır. Yani Müslüman Türk devletinin Siyonist İsrail devletine karşı ideolojik tutumu vardır ama asla bir savaş ve çatışma konusu değildir. Bu sadece toplumsal rıza üretmenin aracıdır. Filistin için sesi en çok çıkan Erdoğan’dır. Ama limanları İsrail’e açıktır. Azerbaycan’dan gelen gaz Türkiye üzerinden İsrail’e bağlanmaktadır. 15 Temmuz 2025’de Kolombiya’nın başkenti Bogota’da Acil Durum Konferansı düzenledi. Türk devleti “Toplantı sonunda yayımlanan Ortak Bildiri’de yer alan hususlardan bazıları, ülkemizin uluslararası hukuki yükümlülükleri bakımından kurumlar arası eş güdüm gerektirmektedir” diyerek anlaşmayı imzalamadı. Oysa 6 maddelik anlaşmanın özü İsrail’le her türlü silah ticaretini durdurmayı içeriyordu. Yani bu kadar ikiyüzlüdür. Diğer yandan Türkiye ve İsrail ABD’nin Ortadoğu’da jandarmasıdır. Türk devleti, her ne kadar kendi başına strateji geliştirme imkanına sahip olsa da nihayetinde ABD’ye bağımlıdır. ABD ise Ortadoğu’daki tüm planlarını İsrail’in güvenliği üzerine kurmuştur. Buradan bakılınca öyle savaş düzeyinde bir çatışmanın yaşanacağını pek düşünmüyorum. Kıbrıs konusu çokça gündeme geliyor. İsrail hem Güney Kıbrıs Rum kesimi hem de Yunanistan ile ilişkilerini güçlendiriyor. Akdeniz üzerinde hakimiyetini genişletmeye çalışıyor. Türkiye’nin Kuzey Kıbrıs işgal amacı Akdeniz’de geçiş güzergahında söz sahibi olmak ve aynı zamanda uzun vadede buradan Kuzey Afrika’ya açılma imkânı elde etmekti. Şimdi İsrail’in Akdeniz’deki hareketliliği Türkiye’nin hakimiyet alanlarını sınırlandırmak ama aynı zamanda Türkiye’yi güneyden kuşatmak anlamına da gelir. Onun için Akdeniz üzerinden bu hegemonya mücadelesi bir çatışmaya dönüşebilir. Ama bunun öyle yakın vadenin bir konusu ve sürecinde öyle düz bir çizgiye sahip olduğu düşünülemez.
El Aksa Tufanı’nı Meşru Görüyoruz
Siyonist İsrail Türk devletinin yaprağı gibi Filistin halkına Gazze’de katliam yapıyor, soykırım uyguluyor. Kürt komünistleri olarak bu katliamlara tepkileri yeterli görüyor musunuz?
Elbette yeterli görmüyoruz. Bakur’da, Rojava’da kimi çalışmalar yürüttük. Halkların gündemi haline getirmeye çalıştık ama maalesef yetersiz. Rojava’da özellikle Hamas’a karşı güçlü bir tepki var. Özellikle Efrîn işgali döneminde Hamas’ın bu işgali destekleyen tutumu halkın hafızasında kayıtlı. Elbette bizim de Hamas’a karşı ideolojik tutumumuz biliniyor. Ama İsrail işgaline karşı içinde Filistinli devrimcilerinde yer aldığı El Aksa Tufanı’nı da destekledik. Bu eylem ve direnişi işgale karşı mücadele olarak ele alıyor, meşru görüyoruz.
Diğer yandan yıllar içinde Filistin devrimci örgütleri ve Kürt halkı arasında da bağlar son derece zayıflamış durumda. Elbette Leyla Halid’in halklarımız nezdinde ayrı bir yeri var. Ama daha ileri bir ilişki maalesef yok. Keza bu dönemde PKK’nin tutumunun da halkımız üzerinde etkisi oldu. Elbette bu nedenlerin varlığı koşullarında da daha ileri bir pratik ortaya koyabilirdik. Halklarımız nezdinde zayıf pratiğimizden dolayı özeleştiri veriyoruz. Ortadoğulu devrimci özneler olarak kesinlikle birleşik devrimci önderlik inşasının zorunluluğunu görüyoruz. Bu hedefe bağlı olarak ilişkiler geliştirmeliyiz.
Pozisyonumuzda Bir Değişiklik Yok
Partinizin PKK’nin 12. Kongresinden yapmış odluğu açıklama çokça gündem oldu. PKK ile bütün ittifak zeminlerinden çekildiğiniz gibi değerlendirmeler yapıldı. Sosyalist yurtseverler olarak bu provakatif açıklamaları ve değerlendirmelere karşı neler söylemek istersiniz. Siz iddia edildiği gibi ulusal hareketle bütün bağları koparttınız mı, ittifak zemini ortadan kaldırınız mı?
Bu dönemde Partimiz, bu konu kapsamında iki temel açıklama yayınladı. Bunlardan biri 2 Mart ve diğeri de 22 Mayıs tarihlidir. Şunun altını tekrardan çizmek isterim. PKK gerçekten büyük bir fedakârlık ve kahramanlıkla bir mücadele yürüttü. Bu kahramanlardan olan yakın zamanda şehadetleri açıklanan Nurettin Sofi ve Koçero Urfa yoldaşları saygıyla anmak isterim. Kürdistan Örgütümüz ve Parti Merkez Komitemizin açıklamalarında da ifade edildiği gibi Nurettin Sofi yoldaşın Rojava’da ki varlığımızda katkıları çok önemlidir. Bunu hiçbir zaman unutmayacağız.
Elbette savaş süreçleri içinde kimi zaman ateşkesler, geçici barışlar söz konusudur. 1.Dünya Savaşından hemen sonra Lenin Almanlarla Brest-Litovsky Anlaşması imzalamıştı. Anlaşma gerçekten ağır maddelerde içeriyordu. Sosyalist devrimciler, Lenin bu anlaşmayı imzaladığı için onu Alman casusu olmakla suçladılar. Ama Lenin daha devrimin başında, savaştan yorgun düşmüş bir halk gerçekliği karşısında bu anlaşmayı imzalamak zorunda kalmıştı. Bunun gibi bir dizi başka örnekte verilebilir. Somut koşulların somut tahlilinin gerektirdiği taktik ve stratejik manevralar devrimci mücadelenin de politikanın da konusudur. Fakat bunu teorik düzleme taşımak, taktiğin ve stratejinin konusunu aynı zamanda program ve teorinin yeni çerçevesi düzeyine yükseltmek başka bir şeydir. Biz deneyim olarak da biliyoruz ki SSCB’de kapitalizmle “barış içinde bir arada yaşamak” programatik düzlemi, tam da eleştiri konusu yaptığımız ve sosyalizmde geriye dönüşler dönemidir. İşte aynı dönem bürokratlaşma, sınıfsal farklılaşma, kapitalistleşme sürecidir de… Yani sınıf, cins gibi antagonist çelişkilerin ve tam hak eşitliği temelinde çözüme kavuşmamış ulusal sorun koşullarında silahlı mücadelenin, yıkıcı devrimci mücadelenin geçmişe ait bir gerçeklik olarak tanımlanması ve “barış içinde bir arada yaşama” teorisinin güncellenmesini elbette eleştirdik. Bakınız 90-91 yıllarında aynı yoldan giden anti-faşist, devrimci parti ve örgütler hiçbir anlamlı mücadeleye önderlik edemediler, sınıf, ulus ve cins mücadelesinde bir etkileri kalmadı. Mücadele o kadar şiddetli ki bu şiddet düzeyine çıkamayan hiçbir örgüt gerçek anlamda politik bir varlık ortaya koyamıyor. Bu coğrafyamızda böyle ama dünyada farklı mı hayır. Orada durum aynı. Kapitalizmin varoluşsal krizi koşullarında devletlerin demokratik reformlar temelinde dönüşmesinin marjı kalmamıştır. Elbette PKK’nin büyük bir mücadele deneyimi ve örgütlülük düzeyi vardır. Ama bu düzey gerilla mücadelesine bağlı olarak elde edilmiştir. Ve ancak ona bağlı olarak korunabilir.
Yani Partimizin gerek 2 Mart gerekse 22 Mayıs açıklama ve tutum beyanının bir yanını bunlar ifade ediyor. Ama iki açıklamamızda da aynı zamanda PKK’nin kendisini yeni biçimde ifade edeceği yapı ya da platformlarla ilişkimizi de tarif ediliyor. Ve orada Kürt ulusunun kolektif hakları, demokrasi ve özgürlük için yürütülecek mücadelede yan yana olacak, dün olduğu gibi siper yoldaşlığında ısrarlı olacağız. Bunlarda çok açık ve net bir biçimde ifade ediliyor. Yani öyle iddia edildiği yolları ayırdığımız falan yok. Orada aynı zamanda onurlu barışın toplumsallaştırılması, demokratik hak ve özgürlükler için mücadelenin büyütülmesi, sürecin izleyeni değil aktif öznesi olmak zorunluluğunun altı çiziliyor ve Türkiye ve Kürdistan parti güçlerimiz göreve çağrılıyor. Kürdistan Örgütümüz bu dönemde yapmış olduğu açıklamalarda Rojava devriminin her ne pahasına olursa savunulması, Bakur’da adil, onurlu demokratik barış politikasından hareket edilmesi çağrısında bulunmuştur. Pratik sahada kuvvetlerimiz oranında sürecin bir parçasıyız ve kendimizi aynı zamanda Rojava devrimine, Bakur’da elde edilmiş tüm hakların korunması mücadelesine karşı sorumlu görüyoruz. Pozisyonumuz da herhangi bir değişiklik yoktur. Açıkçası eleştirilerimizi bir yol ayrımı gibi ele alan dostlarımızı ancak eleştirebiliriz. Ama aynı zamanda faşist sömürgeci Türk devleti ve emperyalistlerin öyle olması için çok çaba sarf ettiğinin farkındayız. Geçerken bir anekdot da aktarmak isterim saflarımızdan kaçarak ihanet çukuruna gömülenlere MİT’in, jandarmanın, emniyetin söyletmeye çalıştığı şey şudur: MLKP ve PKK arasında sorun var. Bunu çok arzuladıklarını biliyoruz. Ama bir kez daha altını çizmek istiyoruz ki bizim durduğumuz yer bellidir. Biz devrimci değerleri yüksekte tutan bir geleneğin devamcılarıyız. Halkımızın şu ya da bu düzlemde yararına olacak iğne ucu kadar bir imkân için sonuna kadar savaşırız. Elbette bu anlamda, bu amaçla Apocu Hareket’le de daha yürüyecek çok yolumuz olduğunu görüyor, biliyoruz. Eleştirilerimiz bundan sonra da olacaktır. Nasıl ki PKK ya da Apocu Hareket’in eleştiri yapma hakkı varsa, bizim de eleştirme hakkımız var. Ayrıca bunu devrimci ciddiyet ve sorumluluk gereği görüyoruz. Bize yönelik eleştirileri de elbette dinliyoruz. Bu anlamda beklentimiz eleştiride somut olgunun gerçeğine bağlı kalınmasıdır.
Rojava Etrafında Kenetlenmeye Çağırıyorum
Son olarak neler eklemek istersiniz?
Şunu söylemek isterim Rojava devrimimize yönelik saldırı gündemdedir. Tüm dünya işçilerini, emekçilerini, ezilen halklarını, kadınları Rojava devrimiyle dayanışmaya, Rojava etrafında kenetlenmeye çağırıyorum.
Elbette aynı zamanda Filistin halkı içinde aynı dayanışma ve mücadele çağrımı yinelemek istiyorum.”
Son olarak;
Bir kez daha altını çizmek isterim ki ideoloji en büyük silahtır. Anti-sömürgeci, anti-kapitalist, cins özgürlükçü mücadelede ideolojikleşme stratejik bir yerde duruyor. Dönemin birinci görevi budur.
Şunu da vurgulamak isterim ki düşmanın teknik teknolojik üstünlüğünü aşacak ideolojikleşmiş, politikleşmiş, örgütlenmiş insandır. İdeolojik duruşların bulanıklaştırıldığı, post modern fikirlerin popülerize edildiği koşullarda, tasfiyeciliğin revaçta olduğu dönemlerde ideolojik kararlılık çok önemlidir. Başta Kürdistan Örgütümüzün önder kadroları Bayram Namaz ve Zeki Gürbüz olmak üzere çizgi devrimciliğinde savaşan ve şehit düşen tüm yoldaşlarımı büyük bir sevgi ve özlemler anıyor, onların izinde olduğumuzu belirtmek istiyorum.
Başta Kürdistanlı komünistler olmak üzere, Partimizin tüm militanlarının, halkımızın, zindanlardaki yoldaşlarımızın 10 Eylül’ünü kutluyorum.