Bahoz Herekol
Başlarken, biz marksist leninistlerin sınıfsız, sınırsız, cins ve ırk ayrımsız, her türlü ayrıcalığa ve sömürüye karşı eştlikçi ve özgürlükçü, adil ve onurlu bir toplum inşa etmeyi; bu amaca varıncaya değin sosyalizm bayrağını dalgalandırmayı hedeflediğini hatırlatayım. Yani tarihin hiçbir uğrağında bir halkı- ırkı üstün görmek veya küçümsemek bizim mantalitemizde olmamış birşeydir. Bundan dolayı da bir halkın kimliği onurudur dediğimizde, bir başka halkı ötekileştirmek amacı taşımayız.
Onur; insan bilincinin şekillendirdiği, insan olmaktan gelen ve insanlaştıkça kazanılan özsaygı ve iç değer bütünüdür. ‘İnsan, içinde bulunduğu toplumun- maddi ilişkiler bütününün ürünüdür’. Yani kimliği ve bilinci, içersinde bulunduğu toplumun durumu ve bu toplumdaki ilişkileri üzerinden şekillenir. Bu anlamıyla toplumda nasıl ilişki kuracaklarını bilemeyenler, kendini bilmeyip kimliklerini kaybedenler onursuzlaşmaya başlar. Onur, insan için olduğu kadar, toplumlar için de geçerli ve değerli bir kavramdır. Toplumlar da kendi varlıklarını iç değerler bütünü ve öz saygı üzerine kurar ve en az insanlar kadar onurlu bir yaşamı hak ederler.
İnsanların da toplumların da onuru, kimliğidir. Kimliğinizle bir özsaygı ve iç değerlerinizi inşa edersiniz; kimliğinizle bir aidiyet kurar, bu aidiyetin sınırlarını belirler, ilişkilerinizi düzenlersiniz. Kimliğini red eden, başka kimliklere bürünmeye çalışan insanların sevilmemesi, biraz da bundandır. İnsanın özsel bir değişim yaşamasından farklı olarak, kişiler koşullara bağlı şekilde başkalaşır, mutasyon geçirir. Bu insanca olmayan, bukalemunluk olarak tanımlanabilecek durumlar, insan onuruyla bağdaşmaz. Bu duruma düşenlerin çoğu kendini bilmez, ve kendinin farkında olan burjuvazinin çeşitli faliyetlerinde onun rengine bürünür, onun kültürüyle yaşarlar. Bu toplumlar bazında da yakın şekilde tanımlanabilir, kimliğini kaybetmek toplumları onursuzlaştırır.
Dil, kültür, coğrafya, tarih-tecrübe ve ekonomik olarak var olma hali, kimlik oluşturmada belirleyicidir. Ancak bütün bunlar içersinde dil, ayrıca önemli bir bilinç taşıyıcısıdır. Bir halkın kültürünü başka bir dille tam olarak ifade etmeniz mümkün değildir. Onun tarihini, coğrafyasını aynı ruhla tanıyamazsınız. Hatta onun tatlarını bile aynı şekilde ifade edemezsiniz. Dil tıpkı bir harca katılan su gibi, akışkan ve canlı, birleştirici ve kapsayıcıdır. Veya Marx’ın önermesine dönecek olursak, toplumsal ilişkilerin ürünü olarak insanı ele almak, dilin bu ilişkilerin kurulmasındaki temel araç olduğunu hatırlamakla daha güçlü bir anlam kazanır. Dil, toplum içindeki ilişkilerin anahtarına dönüşür. Kişilerin ve toplumların bilinçlerinin şekillenmesinde doğrudan rol oynar. Yani dil, kimliktir.
Kimlik ise, kendinde ve kendisi için varlık hakkını birlikte getirir. Faşist sömürgeciliğin Kürt diline karşı inkar ve imha politikasının özünde de bu vardır. Bundan dolayıdır ki dünyanın neresinde Kürtçe konuşan, başarı kazanmış bir Kürt görse saldırma ihtiyacı duyar. Onlar, Kürtçenin melodik ezgisini beğenmediklerinden veya kürtçeyi gereksiz ve işlevsiz gördüklerinden inkar ve imhaya yönelmez, asimile etmeye çalışmazlar. Bilakis, faşist sömürgecilik, Kürtçenin işlevselliğinden son derece korktuğu için bu politikaları yürütür. Zira işlevi bir ulus bilinci yaratmak ve bu farklılığı diri tutmaktır. Kürtçe, gündelik yaşamdaki kullanımıyla halkımızın ayrı ulus olma bilincini pekiştirir. Yurdumuzun her karış toprağının, kentinin, taşının, ağacının gerçek ismi anadilimizdedir. Bu isimlerin, faşist sömürgeciliğin asimilasyon politikalarına rağmen kullanıla gelmesi, dilin işlevselliğindendir. Dengbêj’lerimiz, anlatılarıyla tarihimizi taşır, bilincimizi diri tutarlar, dilimizin işlevselliğini gösterir. Şarkılarımız ve şiirlerimiz acılarımızı, sevgimizi, öfkemizi, kinimizi ve merhametimizi yani duygularımızı ifade eder, dilimiz işlevseldir. Kürtçe, toplumsal yaşamı idame ettirebilecek her türlü temel konuda gayet zengin ve özgündür.
Güncel olarak toplum yaşamına giren yeni teknik ve bilimsel kavramların bir kısmının kürtçesinin olmaması gayet doğaldır. Zira bunlar başka yerlerde üretilmiş olgular olduklarından oranın diliyle isimlendirilmiş, ifade edilmiştir. Felsefi ve politik kavramların çoğunun Kürtçe güçlü karşılıkları olmaması da gayet doğaldır. Zira bunlar çoğu dilde tamamen karşılıksızdır; Latincesi, İngilizcesi ya da Arapçası uyarlanır ve kullanılır. Ki Kürtçe bu anlamıyla da tamamen “işlevsiz”, kullanışsız değildir. Kendini üretebilen canlı bir yapısı vardır. Kürtçenin problemi, kendisini standartlaştıramamış olmasıdır. Ki bu koşullarda bu da doğaldır.
Klasik sömürgecilerin dünyanın farkı bölgelerinde kurdukları sömürgeci hakimiyetler ile Kürdistan üzerinde kurulmuş sömürgeci hakimiyet kıyaslanamaz. Hindistan, bir sömürge iken de Hindistan olarak tanımlanırdı. Aynı şey Afrika ülkeleri içinde geçerlidir. Sorun, Kürdistan’ın bir sömürge bile olamamış olmasıdır. Kürdistan’daki sömürgeciliğin boyutları; inkar ve imha ile şekillenmiştir. Klasik kaynak ve emek sömürüsü üzerine kurulu sömürgeciliği kat be kat aşmıştır. Bu durumdaki bir ulusun, dilini standartlaştıramamış olması sorununu gündemleştirmek; kendi devletini kurma çözümüne yönelmediği sürece hiçbir şey ifade etmez. Devletini kurduğu zaman ise gayet zengin kaynaklara sahip, güçlü bir standartlaşma yakalanabileceğinden de kuşku yoktur. Kürtçe, dört ana kaynak (lehçeler) ve onlarca kola (bölgesel ağızlar)sahip gürül gürül akışını sürdüren bir ırmaktır. Bizim bu anlattıklarımız anlatıldığında, egemen ulusların şovenistleri ve sosyal şovenleri, hep bir ağızdan şu türküyü söylemeye başlar; “madem öyle bunu neden Türkçe-Arapça-Farsca anlatıyorsunuz. Kürtçe diye bir dil bile olmadığı için, diliniz işlevsel olmadığı için olabilir mi”. Bir de bu hikayeye kendileri de inanır! Sömürgecilerin dilimizi inkar ve asimilasyon politikalarını görmezden gelirler. Eğitimsiz bırakmadan tutalım da kamusal alanda yasaklamaya değin gerçekleştirilen sömürgeci politikalara halk içersinde ötekileştirme de eşlik eder. Kürtçe, tüm imha politikalarına rağmen varlığını ve işlevselliğini koruyabilmiştir. Oysa, mesele sadece bizim kendimizi anadilimizde ifade edemememiz değildir. Biz zaten sömürge olduğumuzun farkındayız, bizim varlığımızı kabul etmek zorunda olan egemen uluslardır. Bundan dolayı da onlarla iletişim kurarken onların dilini kullanırız.
Bir de Kürdistan komünistleri, sosyalist yurtseverleri olarak burjuvaziye teslim edilecek bir ulus devletin, Kürt halkının sorunlarını tek başına çözmeye yetmeyeceğini biliriz. Kürt aç gezerken, alın teri sömürülmeye devam ederken, Kürt kadını cins ve emek sömürüsü çarkında ezilmeye devam ederken bunun Kürdistan bayrağı altında olması, kurtuluş anlamına gelmez. Kürt ulusunun gerçek kurtuluşu, sosyalist halk cumhuriyetini kurmasıyla mümkündür. Ancak bu, bölge ve dünyadaki sınıf kardeşlerinden bağımsız yapılacak bir iş değildir. Bu, yine “komşusu açken tok yatmak” tır. Sosyalizmin doğasına aykırıdır. Bundan dolayı da Kürdistan proletaryası; Türkiye, Suriye, Irak ve İran proletaryası ile mücadele birliğinden yanadır. Bu birlik ise yalnızca tüm ulusların eşit ve adil bir şekilde var olduğu, herkesin kendi diliyle, kimliğiyle, onuruyla yaşadığı Sosyalist-Demokratik Ortadoğu Federasyonu’yla mümkündür. Biz bunu egemen ulusların proletaryasına, emekçi kadınlarına ve gençlerine kendi dilleriyle de anlatmakla yükümlüyüz. Mamafih, bu durumu kendi halkımıza da kendi dilimizde anlatabiliriz; dilimiz bunu başarabilecek kadar güçlü ve işlevseldir!